top of page
Yazarın fotoğrafınazperi

Bahar sezonu kitap köşesi: Ne okuyalım?

Bahar aylarına özel yeni bir okuma köşesi radarımızda. Türk edebiyatından Dünya edebiyatına, kütüphanelerimizde bulunması ve okumamız gereken kitapları derledim sizlere.



Geçen ay Kadınlar Günü vesilesiyle, de Beauvoir ile bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Bu sefer kendi içimize, yani Türk edebiyatına dönüyoruz. Kadının kimliği hakkında birçok şey söylüyor bize Mungan’ın Yüksek Topuklar’ı. Kadın olma ve kadın doğma kavramlarına da göndermelerde bulunan roman, içinde bolca tespit bulunan ve okuması oldukça zevkli bir kitap. Murathan Mungan “roman” demeye çekinse de bu eserine, kesinlikle yazarın en önemli eserlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Hikâyede yalnız ve mutsuz kadın kahraman Nermin’in, beş yaşındaki Tuğde ile aynı evde geçirdikleri beş günlük bir zaman dilimi konu alınıyor. Nermin’in görünürde iyi yaşam şartları sürmüş olmasına rağmen mutsuzluğuna ve bu mutsuzluğunun kaynağındaki aile yaşantısına değiniliyor. Özellikle kadın aile üyeleriyle çatışmaları ve zorunlu birliktelikten ötürü Nermin’in yaşadığı travmalar, geçmişte de anne ve babasıyla sağlıklı bir iletişim kuramamasından dolayı onda kalıcı izler bırakmıştır. Kadınları, topuklu ayakkabılarla bağdaştıran Nermin ise kitapta, “yüksek topuklar güzel olsaydı erkekler kullanırdı; oysa yüksek topuklar sadece hız yavaşlatır” düşüncesiyle ilerliyor. Burada aslında kadının kimliğini “güzel ve süslü olma” algıları üzerinden biçimlendiren bir anlayış söz konusu. Geçen ayın yazarları arasında olan Simone de Beauvoir’ın söylediği gibi “Hiçbir şey yapmamanın acısını çeken kadın, süslenme aracılığıyla varlığını dile getirdiğini sanır”. Bu düşünce, kitapta da açıkça ortaya konuluyor. Tartışmaya açık birçok tarafı olmakla beraber, romanda kadına yüklenen sorumluluklar ve beraberinde kadının sürekli dertli ve yaralı olmasına dikkat çekmesiyle, eserin modern kadın algısı üzerine de etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum.



Hiçbir şey zekâyı, günah keçisi arayışı kadar felç etmemiştir.

Theodore Zeldin, An Intimate History  of Humanity


“Önce suçlama vardı. Adem, Havva’yı suçladı, Havva yılanı. Hareketlerimizin sorumluluklarını kabul etmemek bizim ilk günahımız” diye başlıyor Günah Keçisi kitabının ilk sayfası. Peki neden hep başkalarını suçlarız? Sorumluluk alarak hatamızı kabul etmekte neden zorlanırız? Charlie Campbell kitapta hem bireysel hem de toplumsal başarısızlıklarımızı yükleyeceğimiz bir günah keçisine nasıl muhtaç olduğumuzun altını çiziyor. İnsanoğlunun binlerce yıl öncesinden başlayarak günümüze kadar karşılaştığı zorluklarla ve mücadeleleriyle nasıl başa çıktığını, çeşitli örnekler üzerinden anlatıyor. Kitapta güzel bir alıntı var. The Wire dizisinde bir şüpheliyi suçlayan dedektiften yapılan alıntıda “Kimse aptal olduğunu düşünmez, bu da aptallıklarının bir parçasıdır” deniyor. Peki burada aptallığın bir türüne yapılan vurguyu sürekli başkalarını suçlamak ve günah keçisi aramakla ilişkilendiren Campbell’ın kullandığı “günah keçisi” terimi, aslında nedir? İncil’in çevirmeni William Tyndale tarafından 1530’da kullanılan bu terimin kökeninde, İngilizce escape goat  -kaçış keçisi- ve scape goat -günah keçisi- kelimeleri arası bir oyun da yapılmıştır. Terimin kökenine dair birçok detaylı bilgiyi içinde barındıran kitapta; dini, siyasi, iktisadi açıdan ve cinsiyet açısından türlü alanlarda günah keçileri yaratmanın çeşitli biçimlerini tarihsel örneklendirilmeler üzerinden görüyoruz.

 “Kişinin burnunun ucunda olanı görmesi sürekli bir mücadele gerektirir”. Kitabın son bölümünde geçen George Orwell’in bu sözü ile o zaman akıllara şu soru geliyor: Bu mücadeleye yenik düşen herkes, günah keçisi arayışında mıdır?

 

 




Annie Ernaux, Bir Kızın Hikâyesi romanını, hayatı boyunca yazmayı düşündüğü kitap olarak tanımlıyor. Yazarın tüm metinleri, sıkılıp okumayı bırakan bir okuru bile kendine bağlayacak cinsten. Ernaux’nun bunu yapabilmesindeki temel neden, sadece öykünün kendisine odaklanmayıp, metin içinde neden ve sonuç ilişkisini de çok iyi kurması. Metinlerinde bağlantılara ve bu bağlantıların doğruluğuna çok önem veren bir yazar Ernaux. Tüm gerçekliğiyle anlatıyor hikâyesini: filtresiz ve berrak.

 

Bir Kızın Hikâyesi ise bugünün Ernaux’suyla 1958’deki genç kızı buluşturuyor. 2022 Nobel Edebiyat Ödüllü roman, aslında kendi içinde bir kadının yaşamına, yaşamı içinde değişen düşüncelerine ve hayat algısına dair de birçok konuyu irdeliyor. Bununla beraber benlik algısı üzerinde de duruyor kitap. Şu an sahip olduğumuz ile, geçmişteki “ben” arasında diyalog kuran ve bu diyalogu kurarken de aşılmaz duvarların getirdiği kalp kırıklıklarını odağına alan Ernaux, bir hafıza yolculuğu şeklinde romanı okuyucunun beğenisine sunuyor.

 


Listenin son kitabına geldi sıra. Aklımızda oluşturduğumuz okuma tabularını tamamen yok edebileceğimiz bir roman karşınızda: Roman Gibi. Daniel Pennac’ın okumaya dair yetersizlik hissi ve okurken belli başlı kodlamalara yenik düşmemiz gibi konulara eğildiği kitap, ilk kez okur tarafına geçerek okumanın sınırlarını genişletiyor bir ölçüde.

Okumak da kendi döngüsü içinde, daima bir üretimde olmaktır. Pennac’da bunu destekleyerek “Okumak sürekli bir yaratma eylemidir” diyor zaten.

Bu kitabı neden öneriyorum? Çünkü hepimizin yapmak istediği, belki vakitsizlikten belki de zaman zaman ihmalden kaynaklı, fırsat yaratamadığı okuma eylemine farklı yaklaşımından dolayı. Bir yazarın okuma ile ilgili düşüncelerinin bulunduğu, içinde okur hakları bildirgesinin dahi var olduğu roman; sadece bir edebi eser olmakla kalmayıp, herkesin, akıcı bir şekilde okuyabileceği bir kitap olarak, okumanın zorlamaya ihtiyacı olmadığını rahatlıkla görebileceğimizi gösteriyor bize.

Bu kitabın varlığı ve içeriği, hiç şüphesiz, benim aklıma bir başka soruyu da getirdi: Romanın sosyolojisi yapılabilir mi? 

 

Herkese keyifli okumalar...

 

30 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


  • Instagram
bottom of page