Romantizm kavramı, düşsel ve düşünsel derinliklerden kopmuş gelmiş, resimden edebiyata kadar birçok sanatsal alanda varlık göstermiş dönemsel bir harekettir. Romantik sözcüğünün sıfat olarak kullanılması, ad olarak kullanılmasından önce başlamıştır: Başlangıçta, Fransızcada İtalyanca romanzesco sözcüğünden gelen ve daha önce de 1611 yılında Cotgrave’de yer almış olan “romanesk" ile karıştırılmıştır. Çok sonraları mimarlık ve sanatta roman sanat üslubunu belirtmek için kullanılmasının dışında “romanesk” sözcüğü, İngilizceye girmemiştir. Bu sözcüğün yerine, daha sonra bütün Avrupa kıtasına yayılan romantic sözcüğü kullanılmıştır. Sözcüğün kazandığı anlam, “eski şövalyelik romanlarını, saz şairleri çağını anımsatan şey anlamını içermektedir (İngilizcede romance şövalyelik romanlarını tanımlar, buna karşılık novel kavramı günümüz romanına daha yakındır).[1]
Peki romantizm aşk ile bağlantılı mıdır? Aşk, romantiklerde izlek bakımından büyük bir rol oynamaz: Hepsi de aşktan söz etmezler; tarihsel ve yazınsal bakımından da büyük bir rol oynamaz: Romantizm’in seven bir yüreği yorumladığı duyulmadı; daha çok aktörel ya da toplumbilimsel bakımdan ele alınmıştır.[2] Buna bağlı olarak Romantizm akımı, kendine esin veren öncülerinin özelliklerinden beslenmiş, her ulusta baş göstermiş farklı olayların sonucuna bağlı olarak bir tepki şeklinde patlak vermiştir. Caspar David Friedrich, John Constable, William Blake gibi romantiklerin eserlerinin oluşumunda öncelikli olarak bahsedilmesi gereken bir kavram daha vardır: Önromantizm. Bu kullanım, her olguyu usa dayandıran l’intellectualité’ye[3] bir tepki niteliğinde, tutkuyu ve hazzı önceler. Burada, akılcı düzenin gerçekliğin özünü iletmeyi becerememesine her gün isyan eden ve duygunun duygusallığını açıkça ifade etmeye çabalayan bir ifadeyle karşılaşılır.[4] Duygunun ve duyarlığın tinselliğinin, doğanın güzelliği ve görkeminde bulunacağına işaret eden imgelemlerle sanatın şekillenmesi gerektiği kanısını ortaya koyar Önromantizm. Doğayı kaynak alan, bu anlamda sadece zamandan değil, mekandan da kaçmanın gerekliliği üzerine melankolik ve duygusal bir felsefe söz konusudur.
Romantizmde doğa, zamanın ve mekanın somutlaşmadığı tek kaçış noktasıdır. Akımın en meşhur özelliği olan çağ bunalımı, sanatçıları da düşünsel çabalarla biçimlenen mutlu bir geleceğin var olduğu inancına itmiştir. Schopenhauer, bu anlamda Romantizmin temelindeki aşırılığın en tipik örneğidir. Schopenhauer, “Die Welts als Wille und Vorstellung”[5]adlı yapıtında dünyanın beyinsel bir fenomenden ibaret olduğunu söylemiştir. Buna bağlı olarak insanın gerçeği olan dünyanın dayanağı, varlığın değişmez temeli olan istençtir (iradedir). İnsan kendi varlığı için bir savunma mekanizması geliştirerek zekasını istencinin boyunduruğu altına sokar. Eğer kendimize mekan, zaman, nesnelerin nedeni ya da sonu üzerine soru sormayı bırakırsak, biçimin katıksız özünün algısına erişebiliriz.[6] Bununla beraber Schopenhauer, iradenin baskınlığını dehaya yormaktadır. İspanyol ressam Francisco José de Goya y Lucientes (1746-1828)’in dehasını ise Los Caprichos adlı ilk gravür serisinde kendi iradesinden ortaya çıkan sessizliğinde aramak gerekir.[7] Caprichos 43, Goya’nın meşhur yapıtı “El sueño de la razón produce monstruos” dur.[8] Duygu, içgüdü, aklı düzenleyerek aydınlanma gibi kavramlara gönderme yapan yapıt, romantik sanatın algılanması adına önemli bir düzenleme ortaya koymaktadır.
Romantizmin başlangıcına gelirsek, şüphesiz Fransız Devrimi’nin akımın ateşleyicisi konumunda olduğundan bahsetmek gerekir; 18. yüzyılın ikinci yarısında bazı romantik edebiyatlarda baş gösteren bireycilik anlayışı ve başkaldırı gibi kavramların meydana gelmesinde devrim, bariz bir rol oynamıştır. 1789 olayları, daha önce de tartışılmış ve kabul görmemiş düşünce biçimlerinin ve kurumların kabul edilişinin, insan zihninde bir alışma ve dizgeleşme sürecinin oturması adına önemli bir simge olmuştur. 1815’e kadar Avrupa’yı derinden yaralayan bu süreç, özgürlük ve bağımsızlık gibi duyguları aşılayarak bunu bir utku hissine dönüştürmüştür. Coşku ile melankolinin, acı ile hazzın kesiştiği bu dönemin romantizm olarak doğacak akıma etkileri de şüphesiz o denli derin duygulanımlardan ibaret olacaktır. Fransa’da ilk romantik etkiler, o sıralarda genç yaşlarda olan Vigny, Lamartine ve Hugo’nun romantizmi ile şekillenmiştir. Bu yazarlar başlarda hükümet destekçisi olmalarına karşın, 1830’lu yıllarla beraber halkın fakirliği, acizliği ve çaresizliğinden, diğer milletlerin de içinde bulunduğu acılardan etkilenerek değişim göstermişlerdir. Victor Hugo’nun Les Misérables’ını,[9] Eugène Sue’nün Les Mystères de Paris’sini [10] ve Honoré de Balzac’ın romanlarını bu bakımdan birer örnek olarak düşünebiliriz.
Tüm bu yeni düşünce biçiminin sanata uyarlanması; doğayı yeni bir bakış açısıyla algılanmasıyla, baskın ve köklü bir toplumsal anlayışın klasik kültür ve sanat nosyonundan koparılmasıyla ve elbette Avrupa’da egemen olan Raison[11] tapıncından vazgeçilmesiyle mümkün olmuştur. Bu toplumsal evrim, özü halka temellendirilen bir duyarlığın meydana gelmesinde de bir aracıdır. Romantik resim alanında bu duyarlık, Poussin’in öncülüğünde başlayarak gerçek anlamda romantik döneme geçiş ise Neo-Klasisizm ile güçlenmiştir. Bir anlamda eskiyi yüceltme ve -Winckelmann’cı- antikiteyi ideal güzellik kuramlarına uygun görerek bir sanat anlayışı oluşturma söz konusudur. Aslında bir bakıma, Romantizmin, Neo-Klasisizmin son evresi olduğu kabul edilebilir, tıpkı Neo-klasisizmin Barok’a tepki, Barok’un da Rönesans ve Maniyerizm’in son evresi olması gibi.[12]
Fransa’da ilk romantik kuşağın temsilcilerinden Jacques-Louis David, Neo-klasisizm’e dönük sıkı bağlılığı ile romantik eğilimleri harmanlayarak doğayı yapay olmayan bir formda betimlemeye başlamıştır. Bu noktada bileşik peyzaj yapan Jean Pillement, henüz kimse dağlarla ilgilenmediği halde, yaptığı yolculuklar sırasında, Alp dağlarının buzulları gibi güzelliği kendisini etkileyen görünümlerin resmini yapmıştır.[13] Peyzaj kurallarını yeniden derleyen ve doğayı farklı bir noktada tasvir etmeye iten romantizm anlayışını bu yenilikler çerçevesinde değerlendirmek doğru olacaktır. Bununla beraber Delacroix gibi romantizm savunucuları, akıma yeni bir düşünce biçimi, insan algısına farklı bir kavrayış stili aşılamıştır. bunu yaparken de, doğayı bir sözlük veya yer ve değerlerden oluşan bir imgeler bütünü olarak düşünmüşlerdir.
Bu açıdan bakılırsa, Romantik sanatın başyapıtlarından Delacroix’nın ünlü tablosu La Liberté Guidant Le Peuple [14] eserini değerlendirebiliriz. Resim, tüm dünyada Fransız Devrimi’nin bir simgesi olarak kabul edilir; bununla beraber eser, çeşitli yerlerden alınarak anlamlandırılmış figürlerin bir çerçeve içerisinde toplanarak oluşturulduğu bir imge bahçesi olarak okunmalıdır. Fransa’nın bayrağı ile ilerleyen figürde, 1789 devriminin özgürlük tanrıçası, Barbieri'nin La Curée adlı şiirindeki güçlü kadın imgesi, devrimci Anne-Charlotte hepsi bir aradadır. Resimdeki burjuva sınıfını temsil eden silindir şapkalı figürün kimliği için sanatçının kendisi ya da bir yazar ve politikacı olan Etienne Arago gibi adlar önerilmişse de bu figür aslında Barbieri'nin şiirinde belirttiği gibi çatışmalar sırasında korkuyla saklanan burjuva sınıfını değil, çalışan kesimi alegorize etmektedir.[15] Bir diğer yandan eli tabancalı çocuk figüründe Victor Hugo’nun Les Misérables romanındaki Gavroche karakterinden esinlenildiği düşünülür. Resmin içinde edebiyatı da bulduğumuz romantizm akımı, bu anlamda izleyicide romantik yazarın kimliği konusunda da merak uyandırır. Baudelaire, romantik yazarın kim olduğu ile ilgili şu sözleri söylemiştir: “Son zamanların kargaşasını anımsayacak olursak, aralarından pek azı Romantizm’i bulduğu için pek az romantik kalmış olduğunu görürüz, ama hepsi içtenlik ve dürüstlükle Romantizm’i aradılar. Romantizm, tam olarak ne konuların seçiminde, ne de doğru gerçekliktedir, ama duyumsama tarzındadır.[16]
Edebiyatta romantizm, pekala önromantiklerin henüz akıma yeni yön verdiği sıralarda tutku ve bağlılık gibi kavramların, romantik olma çabasına girmek için değil, romantizmi gerçekten benimseyerek ve duyumsayarak ortaya çıktığı şeklinde bir süreç doğurmuştur. Romantik duyarlığın yazarları işte tam bu noktada; Dante, Shakespeare, Petrarca gibi zamanında anlaşılamamış ilham verici ustaların kalemlerinden yola çıkarak devrimci bir yan geliştirmişlerdir. Romantik izlek değerlendirmesi, bu devrimci nitelikteki yazınsal mizaçtan ayrı düşünülemez. Stendhal 1823’de Racine et Shakespeare[17] adlı eserinde romantizm ile ilgili şunları yazmıştır: “Romantizm alışkanlıklarının ve inançlarının bugünkü durumunda insanlara mümkün olan en fazla zevki verebilecek yazın yapıtlarını sunma sanatıdır.”[18] Romantik yazın bu anlamda henüz ham ve üzerine düşünülmemiş olanı, daha önce dile getirilmemiş ne varsa en saf haliyle gün yüzüne çıkarabilecek bir biricikliği ifade ediyordu. Ne var ki böyle bir zevki sunmak olağandı, olması gerekendi romantikler için. Bunun en belirgin örneği olan Goethe’nin Die Leiden des Jungen Werthers[19] yapıtı, romantizme ışık tutacak her şeyi bünyesinde en yalın haliyle barındırır. Acının ve aşkın sentezlenerek hayat bulduğu bu ifade biçimi Goethe’yi sonraları ilişkilendirildiği romantik hareketten uzaklaştırsa da yapıtın özünde olan aslında gerçek ve ağır bir romantizmdir. Fırtına ve coşku dönemi olarak adlandırılan Romantik dönemin dinamo taşlarından birini oluşturan bu roman; çeşitli sanat eserlerine, özellikle tiyatro, film gibi sanat alanlarına bir esin kaynağı olarak konu olmuş, bir nevi okuma bağımlılığının ilk adımını oluşturmuştur. Bununla beraber dönemde çılgın tutkuları ve uçlarda yaşanan duygulanımları hissettiğimiz bir başka tipik eserde şüphesiz Hugo’nun Notre Dame de Paris’sidir. Yazarın kendi tarihsel görüşlerini yansıtmak pahasına gerçeklikten zaman zaman uzaklaştığı yapıtın, karmaşık bir döngü içinde yer alan aşırı kişiliklerle ele alınmış olduğunu görürüz. Benzer bir etki Alessandro Manzoni’de de mevcuttur. Milli bilinç duygusunun alevlenerek tarihsel romanın simgeleştiği bu dönemde romantizmin ihtişam dolu tarihselliği Manzoni’nin I Promessi Sposi [20] eserindeki karmaşa ve entrikayla birleşerek, tutkunun ve aşkın doruk noktasını şiddetli bir şekilde gözler önüne sermiştir.
Peki Romantizm şiirsellikle eş değer midir? Bu soru, romantik dönemi anlamaya çalışan zihinlerin sürekli dile getirdiği sorulardandır. Elbette Romantizm, şiirsel anlamda bir yeniliğin simgesi olmuştur. Yazın alanındaki bu şiirsel savaş ve zaferler, müzikte de yaşama şansı bulmuş ve belki de Romantik akımda ifade biçimi en yüksek alanlardan biri olmuştur. Romantiklerin romantiği olarak nitelendirilebilecek Schumann, coşkulu ve güçlü besteleriyle sade olmaya başarabilen, Alman Romantizm’ini en iyi şekilde yansıtmış bestecilerdendir. Schumann, Schubert ile beraber Alman Romantizm’inde burjuvalığı ve aşk sıcaklığını temsil etmiştir.[21] Fakat Schumann için tüm bu duygulanımların içinde romantikliğin getirdiği bir tedirginlik ve düşselliğe olan bir önyargı hep olmuştur. Bununla beraber sanatçının müziğinde, Goethe ve Schiller gibi Alman romantiklerinin esrikliğinden köklenmiş Frauenliebe und Leben, Dichterliebe, iki yüzü aşkın Lieder ve I.Senfoni ile bir Piyanolu Dörtlü’sü tarifsiz bir mutlulukla ele alınmıştır.
Sanat tarihinde romantizmi tek ve biricik yapan ne varsa, romantizmin günümüzde diğer akımlardan daha yoğun bir değerlendirmeye muhtaç olmasına neden olmuştur. Lirizmin vahşi doğallıktan esin alarak yükseldiği, geleneklerden koparak varoluş biçiminin sorgulandığı Romantik dönemin gelenekçiler için de bir aydınlanma olduğu aşikardır. Gelenekçiler bile geleneğin sağlayabileceğinden daha geniş bir konu ve anlatım ortamı aramışlardır; Romantizmde de hem bu arayışı hem de gelenekten kurtulmayı kolaylaştıracak başka davranışları haklı kılacak özellikler vardır.[22] Tüm bunlar göz önüne alındığında yoğunlaşmış, fakat bir o kadar da saf kalmış bu akımın, tüm sanat türlerinde dönemine dair her şeyi alışılagelmemiş bir rastlantısallıkla söylediğine, söylemesi gerektiğine olan sarsılmaz bir inanç söz konusu olmuştur.
[1] Romantizmin etimolojik kökenine dair tüm bu bilgiler; Francis Claudon, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, 1988, s.7 ‘de yer alır. [2] Francis Claudon, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, 1988, s.189. [3] Akılcılık. [4] Mark Rothko, Sanatçının Gerçekliği Sanat Felsefesi, 2020, s.195. [5] Türkçeleştirilmiş adıyla “İrade ve Tasarım Olarak Dünya”. [6] Francis Claudon, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, 1988, s.22. [7] http://www.idildergisi.com/makale/pdf/1536246270.pdf [8] Türkçe adıyla “Aklın Uykusu Canavarlar Üretir”. Ne var ki bu cümlede yer alan “sueño” kelimesi uyku aslında değil, rüyadır. Uyku, rüya formuna geçmiştir ve akıldan bağımsız değildir. Bu bağlamda rüya, sanatçıya ‘ayna tutma’ işlevi görürken düşüncenin hayal üretme faaliyetlerini psişik faaliyetlerin de parçası yapmaktadır. (Bu bilgiler Serhat Soyşekerci’nin “Goya’nın Rüyası: Aklın Uykusu Canavarlar üretir” makalesinden alınmıştır.) [9] Türkçe adıyla "Sefiller". [10] Türkçe adıyla "Paris’in Gizemleri". [11] Fransızca bir kelimedir. Türkçe’de akıl, mantık anlamına gelir. [12] Francis Claudon, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, 1988, s.37. [13] Francis Claudon, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, 1988, s.39. [14] Türkçe adıyla “Halka Önderlik Eden Özgürlük”. [15] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/783558 (Simge Özer Pınarbaşı, Halka Önderlik Eden Özgürlük: Alegori,Edebiyat ve Gerçeklik, Art-Sanat 9, 2018, s.121.) [16] Romantizm Nedir-1846 Sergisi [17] Türkçe adıyla "Racine ve Shakespeare". [18] Francis Claudon, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, 1988, s.181. [19] Türkçe adıyla "Genç Werther’in Acıları". [20] Türkçe adıyla "Nişanlılar". [21] Francis Claudon, Romantizm Sanat Ansiklopedisi, 1988,s.284. [22] http://bilensever.blogspot.com/2012/12/resimde-romantizm-donemi.html
Kommentare