Sanat yapıtı zamanlar üstüdür. Sürekli yeniden, yeni bakış açılarıyla değerlendirilme gereksinimi vardır. [1] Gerek estetik kaygılarla gerçekleşmiş olsun, gerekse bilinçsiz bir edimden ibaret olsun, bir sanat yapıtı her devirde herkes tarafından özümsenebilen bir derinlik sunar.
Peki, sanat yapıtı gerçekleştirirken, öncelikli amaç toplumu düşünmek mi , yoksa sanata kazandırmak mı olmalıdır? Sanat yapıtının tanımı gereği, var olabilmek için talep edilmek zorunda olması bu anlamda sanatçıyı bir ikilemde bırakır. L’art pour l’art[2] ilkesi sanatın, kendisi için var olması gerektiğini savunduğundan yapıtı da herhangi bir işlevsellikten mahrum bırakır. Bir diğer yandan da yapıtı birçok anlamda özgürleştirir. Ne var ki sanatçı, yapıtı Inséparable de l’utilité[3] olması için üretiyorsa, bu durum onu topluma kazandırarak faydacı bir görev üstlenmeye iter. Tüm bunlar göz önüne alındığında, oluşturulacak yapıtın ne olacağından çok neye hizmet edeceğinin önemli bir paradigma olduğu görülür.
Kuşkusuz bir yapıtı gözlemlerken, o yapıtı sanatçısından ayrı değerlendirmemek gerekir. Baudelaire için sanatçı, iğrenç olan bir şeyi, sanatsal ifade gücüyle güzelliğe dönüştürür; bu da sanatın -ya da sanatçının- şaşılası ayrıcalıklarından biridir. Bu yüzden yapıta dair sanatçısı dikkate alınmadan yapılan yorum da yarım kalmış bir yorum olur. Sanatçı ve yapıt arasında oluşan bu bağ, yapıt ile alımlayıcı arasındaki bağa da kaynaklık eder, bir nevi köprü görevi üstlenir. Bu noktada sanatçının kendi hayal gücüyle harmanladığı yapıtının kendi içinde öncül değerleri olan saygın bir gerçekliğe hitap etmesi, alımlayıcının yapıt ile ilgili görüsü konusunda da bir netlik oluşturur. Sanatçının yapıtı hangi amaçla gerçekleştirdiği, hangi temellere dayandırarak ürettiği üzerine düşünülmeden, bir yapıtı (tamamen) anlayabilmek mümkün değildir. Ancak yapıtın tarihçesine dair bu bilgilerin bilinmesi halinde yapıtın doğasının daha açık bir şekilde anlaşılması mümkün olur.
Yapıtın gerçekleştirilmesi esnasında veya sonrasında ortaya çıkan mekan kaygısı da sanatçıyı düşündüren bir diğer konudur. Yapıt, yapayalnız kalmış ve hükmedilmeye muhtaç bir dış mekanda mı, yoksa fantazmagori içinde yabancılaşmış bir iç mekanda mı sergilenmelidir? Elbette yapıtın ne olduğu, nasıl olduğu, bu soruyu cevaplamak için göz önüne alınması gereken birincil etkendir. İç mekan sanatçı için evren demektir, çünkü sanatın kaçıp sığındığı yerdir, bir diğer yandan rastlantısal güzellikteki bir dış mekan da, özgürlük hissi yaratarak sanatın doğasını ortaya çıkaracaktır.
Yapıtın bir enstalasyon olması bir dış mekan için hayal gücünün varlık göstereceği sonsuz bir gerçekliğe hizmet edecektir. Hükmedilmeye aç bir evrenselliğe sahip doğal alanda izleyici, özellikle de bir Flâneur[4], alabildiğine keşfetme arzusuyla dolup taşacaktır.
Bir diğer yandan yapıtın bir heykel veya resim olması halinde; genellikle müze, salon veya galeri gibi çeşitli mekanlarda sergilenildiği dikkat çeker. Bu durum her ne kadar yapıtın sınırlandırılması gibi gözükse de, yapıtın ifade özgürlüğünü kısıtlamaz, çünkü gerek sanatçının gerekse alımlayıcının iç evreninin duvarları yoktur.
Sonuç olarak sanat yapıtına dair dinamiklerin belli başlı normatif gerçekler üzerinden okunması gerekir; sanatçı ve yapıtı arasında oluşan bağın, mekan ve alımlayıcı ile de uyumu oldukça önemlidir. Sanatı tanımlamaya çalışırken tüm bu yaklaşımlar üzerinden irdelemek de daha tatmin edici olacaktır.
[1] Cebrail Ötgün, Sanat Yapıtına Yaklaşım Biçimleri, 2009, s.160 [2] Sanat için sanat. [3] İşlevsellikten ayrı düşünülemez. [4] Burada kullanılan anlamı, gözlemlerini uzaktan yapan bilge ve aydın kişi.
Comments